mücadele etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
mücadele etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

19 Ekim 2015 Pazartesi

Zaman mefhumunun yitimi

Bir soluk alıyorsun, sanki bir ömür sürüyor o havayı içine çekmen. Yanındaki adamın bakışlarını içiyorsun, karşıdaki kadınların hüznünü içiyorsun, susuyorsun. Zaman, yavaş yavaş dağılıyor ağzından çıkan buharla birlikte. Her şeyi görüyorsun; şu masanın üzerindeki sinekten, sandalyede uyuklayan kadına. Her şey en net, en yalın haliyle karşında işte. Hiçbir koşturmaca yok. Bir nefes alıyorsun, bir nefes veriyorsun, hepsi bu. Yaşıyorsun işte. Ama akmıyor zaman, akmak bilmiyor.
Pek kimsenin anlamayacağını sandığın bir “uzaklara bakmalı film”desin işte. Yine entel dantelsindir herhalde bu yazıyı okumayacak olan halana göre. Mutlaka öylesindir. Anlaşılmadığını düşünüyorsun yine. Anlaşılmak istiyorsun oysa, ağlamak değil. Ama bir stadyum dolusu insan, yasını ıslıklarla bölüp yüzüne tükürüyor. “Barış” diyorsun, “Savaş mı var?” diye üstüne yürüyorlar. “Savaş var işte, paramparça bedenler önümüzde. Görmüyor musunuz?”
“İyi misin?” diyor bir kadın gelip yanına. “İyiyim, ne kadar iyi olunabilirse.” Gülümsemek zamanı hızlandırır mı? Belki. Bir belkiye sığınıp gülümsüyorsun. Tamam, şimdi şu sandalyede uyuklayan kadını düşünmeli belki de. Ya da şu uçan sineği. Yok ama, dağıtmak mümkün değil o görüntüleri.
“Merhaba” diyor iki kadın masaya yaklaşıp. “Numuneye gittik, buraya yönlendirdiler. Yapılabilecek ne var, yapabileceğimiz ne var?” Ahh, öyle çok şey var ki yapılabilecek! Hepsi de sarılmakla başlar bugün. “İyi ki geldiniz, buraya gelmeniz, bizi yalnız koymamanız...” diye başlıyor biri minnet dolu, sevgi dolu gözlerle. Bununla yetinmek istemiyor gelenler, “Geldik, ama yapabileceğimiz bir şeyler olmalı.” diyorlar ısrarla, “Ne yapabiliriz?” Daha nasıl demeli ki işte. Tam da yapmanızı istediğimiz şeyi yapmaktasınız, geliyorsunuz, konuşuyorsunuz burada bizlerle. Yalnız değilsiniz diyorsunuz. Tam da buna ihtiyaç var burada, ilk aşamada.
“Yemek kaçta gelir acaba?” diyor biri. Saate bakıyorsun, daha çok erken oysa yemek için. Herkes aynı şeyi hissediyor işte, herkes senin gibi. Bu adam da acıktığından değil, zaman geçsin artık istediği için akşamı bekliyor. Akşam olsun, yarın olsun, bir sonraki hafta olsun hemen, tez elden iyileşsin hastanedekiler, yoğun bakımdakiler çıksın artık, zaman geçsin artık hemen, hızla n'olur, ağlamalar azalsın artık, kabuslar azalsın artık, bir akşam yemeği yesek hemen şimdi, geçse bugün de, gece olsa uyusak... Uyumak ne mümkün oysa yine? Gündüzleri gece olsun istemek, geceleri sabahı beklemek. Aynaya bakamamak. Saçlarını yıkarkan delice ağlamak. Evde duramamak, dışarda duramamak, kapalı mekanda duramamak, açık alanda duramamak...
Yok, mesele korkmak değil, yalnız hissetmek değil, güçsüz hissetmek değil. Acı öylesine yoğun ki kaldıramamak. Daha da zoru, üzerimizdeki bu nefreti kaldıramamak. Hastanelerde koridorlarda abuk sabuk konuşan o hastabakıcılara bir şey diyememek, hastane koridorunda üstüne basa basa hâlâ “Devlet terör yapmaz!” diyen o televizyonu parçalayamamak, Suruç'un ardından “Ne çok ölmüşüz” derken ölmek yine bunca çok, bunca çok... Bunca çok acı, bunca çok nefret üzerimizde... Yaşıyoruz ama işte.
Ne yapsan, ne desen, ne yazsan yanlış gibi şimdi. Bir yumru işte, boğazında koca bir yumru, nefes almak zor geliyor sana. Bir acı ki katlanılmaz. Dokuz gün mü, nasıl olur? Aylar geçti sanki üstünden... Aylarca yaşanmışlık eklendi sanki üstüne. Aylarca ağladık, kabuslar gördük, sarıldık, rahatladık, yine ağladık... Nasıl dokuz gün olur daha?
Zaman, geçecek elbette öyle ya da böyle. Ama o ses, o koku, o acı kazındı zihnine. Düşündükçe ellerini titreten o öfke kalacak sende. Polisin o yaralı, şaşkın kalabalığın üzerine sıktığı su, attığı biber gazı hâlâ gözünün önünde. Zaman geçmesini bilecek elbet. Ama sen şahitsin olan bitene. Acı geçmeyecek. İyi değilsin. İyi olmak istiyorsun, iyi olsun istiyorsun her şey. Biliyorum. Ben de öyle istiyorum. Yalnız değilsin. Seninleyim. Bil. Gel şimdi, ve tut elimden ki birlikte kalkalım ayağa. Gel şimdi ki paylaşalım acımızı. Gel ki, sarılalım yine. Barış demek için yine. İnadına.
not: Bu yazı; http://www.kaosgl.com/ sitesinde 19 Ekim 2015 tarihinde yayınlanmıştır.

2 Ağustos 2014 Cumartesi

Kabuk

Geçen gün arkadaşlarla aramızda geçen bir konuşmadan aklımda kalanlar:
- Devrimci mi?
- Devrimci bir çaba tabii ki! Kişiler öylece yaşayıp gitmekte kabuklarının içerisinde. Mutsuzluklarıyla, değişmezlikleriyle, sevmedikleriyle, sınırlarıyla… Ve yönetmen gelip o sınırları apaçık ortaya koyuyor. Gözümüze sokuyor aşılamayanlı, ya da aşmaya çalışılmayanı… Sadece izleyicinin değil, karakterlerin de apaçık görmesini sağlıyor kendi kabuklarını.
- Buna neden devrimci diyorsun?
- Kişinin kendi sınırının apaçık yüzüne vurulması, “Sen böyle mutlu değilsin, burda olmak ve bu şekilde yaşamak istemiyorsun.” fikrinin bir öğüt gibi değil, bir farkındalık olarak sunulması zaten -doğrudan- değişimi getirmeyecek mi? Mutsuzluğunu, huzursuzluğunu, onu çevreleyen olumsuzluğu farkeden kişi, değişimin öncüsü olmayacak mı? Ya kendini değiştirecek, ya da çevresini! Çünkü böyle yürümediğinin farkında artık! Her durumda kabuğunu yırtacak…
- “Farkettiği için” diyorsun, “değiştirmek isteyecek”.
- Evet.
- Yanlış.
- Ama ezbere bir cümleden bahsetmiyorum ben. Birinin birine sen mutsuzsun ya da tembelsin ya da bir işe yaramazsın demesi değil kastım. Karakterin kendi gerçekliğini farketmesi; “Ben mutsuzum, tembelim, işe yaramaz haldeyim.” diyebilmesi. Bunu farkedince…
- Hiçbir şeyin değişmeme ihtimali var.
- Var, ama değiştirme isteği çok daha ağır basacaktır.
- Filmin başından sonuna kendini sorgulayan, kabuğunu gören, sınırlarını açıkça fark eden en az 3 karakter var, değil mi? Filmin sonuna kadar hangisi kendi kabuğunu yırtma eğilimi içerisine giriyor?
- (Uzun bir sessizlik, ve sonra kısık sesli bir itiraf) Hiçbiri…
Alıntı özetliyor kafamdakileri. Son replik; şaşkınlığımı, afallamışlığımı açıkça ortaya koyuyor. İnsanlar, -hepsi olmasa da önemli bir kısmı- belki de farkında kendi huzursuzluklarının, belki de açıkça görüyorlar bir şeylerin yanlış olduğunu, onlar bir şey yapmazsa hiç bir şeyin değişmeyeceğini biliyorlar belki. Bu sohbetin ardından birkaç gün geçti, ama şaşkınlığım hala aynı seviyede. Kabuğu görmek, kabuğu yırtmak için yeterli olmayabilir. Ama neden?
Dün bu soruyu sorduğum bir başka arkadaş dedi ki; “Çünkü kabuğun dışında ne olduğunu bilmiyorsun.” Ve ekledi; “Dahası kabuğu yırtarsan, yaşamaya devam edebilir misin, onu da bilmiyorsun.”
Gerçekten de korku mudur kişileri bugünkü huzursuz hayatlarına hapseden? Etrafımda bir sürü arkadaş; sistemin sorunlarından yakınıyor bugün: İşsizlikten ya da parasızlıktan yakınıyor, işlevsizlikten yakınıyor, yok sayılmaktan bahsediyor, toplumsal normların onu hapsettiği kafese küfrediyor, sınavların hayatını silip süpürmesine hayıflanıyor, staj başvurusu için yazdığı CV'lerdeki kendi yalanlarına sinirleniyor, ileride takım elbiseli bir şirket çalışanı olmak istemediğini söylüyor, aile kavramını hepten reddetmek istiyor, hükümetin sayısız polis ve bitmek bilmeyen baskılarıyla kendi yaşam alanlarını yaşanılmaz bir yere çevirmesinden şikayet ediyor, artan milliyetçilikten dem vuruyor, bakanların abuk-sabuk açıklamalarına sinirleniyor, … Yakınıyor insanlar, neredeyse herkes durmaksızın yakınıyor. Ama değiştirmek için çoğu tek bir adım atmıyor. Nedendir? Kabuğun ardını görememekten midir? Güneşli bir gün; hayal olarak bile canlanmıyor mu zihinlerimizde artık?
Bu ufuksuzluk neye sürükler kendi kabuğuna sıkışmış insanı? Mütemadiyen yakınır kişi sevemediği yaşamından, ama söküp atamaz sevmediği şeyleri bir türlü. Bugün toplumun dayattığı tüm normlardan nefret eden üniversiteli bir asi; yarın bakmışsın işten çıkmış yorgun argın, sevmediği ama -belki de bir çocuk sahibi olduğu için ya da sadece “dul” sıfatından korktuğu için- toplumdan dışlanmamak üzere katlanmak zorunda olduğunu hissettiği mutsuz evliliğini nasıl sürdürebileceğini hesaplıyor. Bugün “milliyetçilik çok kötü” diyen bir genç; bir bakmışsın 30'una 40'ına gelince, parti önderlerinin geçmişte işlediği tüm cinayetleri unutarak “ama AKP önünde bugün biricik muhalefet CHP'dir” diyor.
Tüm bu sebeplerle seslenmek gerek kabuğuyla yaşayanlara: Bugün seni çevreleyen kabuk var ya, farkettiğin ya da henüz farketmediğin; o kabuk, şimdi yırtmazsan kemikleşecek, senin bir parçan olacak ve sen sistemin seni sürükleyişinin farkına bile varamayacaksın. Kabuğun dışı ırmaktır dostum. İş; kabuğu parçalamanla bitmeyecek. Önce kabuğunu parçalaman, sonra akıntıya rağmen hayal ettiğin topraklara doğru yüzmen gerekecek. Ama korkma, yüzenler var bugün o ırmakta akıntıya rağmen; güneşli toprakları işaret edeceklerdir ışıklı gözleriyle, istersen tutacaklardır senin de elinden, öğreteceklerdir sana da yüzmeyi.
not: Bu yazı; ozgurgenclik.org sitesinde 2 Ağustos 2014 tarihinde yayınlanmıştır.