2 Ağustos 2014 Cumartesi

Kabuk

Geçen gün arkadaşlarla aramızda geçen bir konuşmadan aklımda kalanlar:
- Devrimci mi?
- Devrimci bir çaba tabii ki! Kişiler öylece yaşayıp gitmekte kabuklarının içerisinde. Mutsuzluklarıyla, değişmezlikleriyle, sevmedikleriyle, sınırlarıyla… Ve yönetmen gelip o sınırları apaçık ortaya koyuyor. Gözümüze sokuyor aşılamayanlı, ya da aşmaya çalışılmayanı… Sadece izleyicinin değil, karakterlerin de apaçık görmesini sağlıyor kendi kabuklarını.
- Buna neden devrimci diyorsun?
- Kişinin kendi sınırının apaçık yüzüne vurulması, “Sen böyle mutlu değilsin, burda olmak ve bu şekilde yaşamak istemiyorsun.” fikrinin bir öğüt gibi değil, bir farkındalık olarak sunulması zaten -doğrudan- değişimi getirmeyecek mi? Mutsuzluğunu, huzursuzluğunu, onu çevreleyen olumsuzluğu farkeden kişi, değişimin öncüsü olmayacak mı? Ya kendini değiştirecek, ya da çevresini! Çünkü böyle yürümediğinin farkında artık! Her durumda kabuğunu yırtacak…
- “Farkettiği için” diyorsun, “değiştirmek isteyecek”.
- Evet.
- Yanlış.
- Ama ezbere bir cümleden bahsetmiyorum ben. Birinin birine sen mutsuzsun ya da tembelsin ya da bir işe yaramazsın demesi değil kastım. Karakterin kendi gerçekliğini farketmesi; “Ben mutsuzum, tembelim, işe yaramaz haldeyim.” diyebilmesi. Bunu farkedince…
- Hiçbir şeyin değişmeme ihtimali var.
- Var, ama değiştirme isteği çok daha ağır basacaktır.
- Filmin başından sonuna kendini sorgulayan, kabuğunu gören, sınırlarını açıkça fark eden en az 3 karakter var, değil mi? Filmin sonuna kadar hangisi kendi kabuğunu yırtma eğilimi içerisine giriyor?
- (Uzun bir sessizlik, ve sonra kısık sesli bir itiraf) Hiçbiri…
Alıntı özetliyor kafamdakileri. Son replik; şaşkınlığımı, afallamışlığımı açıkça ortaya koyuyor. İnsanlar, -hepsi olmasa da önemli bir kısmı- belki de farkında kendi huzursuzluklarının, belki de açıkça görüyorlar bir şeylerin yanlış olduğunu, onlar bir şey yapmazsa hiç bir şeyin değişmeyeceğini biliyorlar belki. Bu sohbetin ardından birkaç gün geçti, ama şaşkınlığım hala aynı seviyede. Kabuğu görmek, kabuğu yırtmak için yeterli olmayabilir. Ama neden?
Dün bu soruyu sorduğum bir başka arkadaş dedi ki; “Çünkü kabuğun dışında ne olduğunu bilmiyorsun.” Ve ekledi; “Dahası kabuğu yırtarsan, yaşamaya devam edebilir misin, onu da bilmiyorsun.”
Gerçekten de korku mudur kişileri bugünkü huzursuz hayatlarına hapseden? Etrafımda bir sürü arkadaş; sistemin sorunlarından yakınıyor bugün: İşsizlikten ya da parasızlıktan yakınıyor, işlevsizlikten yakınıyor, yok sayılmaktan bahsediyor, toplumsal normların onu hapsettiği kafese küfrediyor, sınavların hayatını silip süpürmesine hayıflanıyor, staj başvurusu için yazdığı CV'lerdeki kendi yalanlarına sinirleniyor, ileride takım elbiseli bir şirket çalışanı olmak istemediğini söylüyor, aile kavramını hepten reddetmek istiyor, hükümetin sayısız polis ve bitmek bilmeyen baskılarıyla kendi yaşam alanlarını yaşanılmaz bir yere çevirmesinden şikayet ediyor, artan milliyetçilikten dem vuruyor, bakanların abuk-sabuk açıklamalarına sinirleniyor, … Yakınıyor insanlar, neredeyse herkes durmaksızın yakınıyor. Ama değiştirmek için çoğu tek bir adım atmıyor. Nedendir? Kabuğun ardını görememekten midir? Güneşli bir gün; hayal olarak bile canlanmıyor mu zihinlerimizde artık?
Bu ufuksuzluk neye sürükler kendi kabuğuna sıkışmış insanı? Mütemadiyen yakınır kişi sevemediği yaşamından, ama söküp atamaz sevmediği şeyleri bir türlü. Bugün toplumun dayattığı tüm normlardan nefret eden üniversiteli bir asi; yarın bakmışsın işten çıkmış yorgun argın, sevmediği ama -belki de bir çocuk sahibi olduğu için ya da sadece “dul” sıfatından korktuğu için- toplumdan dışlanmamak üzere katlanmak zorunda olduğunu hissettiği mutsuz evliliğini nasıl sürdürebileceğini hesaplıyor. Bugün “milliyetçilik çok kötü” diyen bir genç; bir bakmışsın 30'una 40'ına gelince, parti önderlerinin geçmişte işlediği tüm cinayetleri unutarak “ama AKP önünde bugün biricik muhalefet CHP'dir” diyor.
Tüm bu sebeplerle seslenmek gerek kabuğuyla yaşayanlara: Bugün seni çevreleyen kabuk var ya, farkettiğin ya da henüz farketmediğin; o kabuk, şimdi yırtmazsan kemikleşecek, senin bir parçan olacak ve sen sistemin seni sürükleyişinin farkına bile varamayacaksın. Kabuğun dışı ırmaktır dostum. İş; kabuğu parçalamanla bitmeyecek. Önce kabuğunu parçalaman, sonra akıntıya rağmen hayal ettiğin topraklara doğru yüzmen gerekecek. Ama korkma, yüzenler var bugün o ırmakta akıntıya rağmen; güneşli toprakları işaret edeceklerdir ışıklı gözleriyle, istersen tutacaklardır senin de elinden, öğreteceklerdir sana da yüzmeyi.
not: Bu yazı; ozgurgenclik.org sitesinde 2 Ağustos 2014 tarihinde yayınlanmıştır.

19 Ocak 2014 Pazar

Virginia Woolf

"Sevgilim, yine çıldırmak üzere olduğumu hissediyorum. O korkunç zamanların birini daha yaşayamayacağımızı hissediyorum. Ve ben bu kez iyileşemeyeceğim. Sesler duymaya başladım, odaklanamıyorum. Bu yüzden yapılacak en iyi şey olarak gördüğüm şeyi yapıyorum. Sen bana olabilecek en büyük mutluluğu verdin. Benim için her şey oldun. İki insanın birlikte bu kadar mutlu olabileceğini düşünemezdim bu korkunç hastalık beni bulana değin. Artık savaşacak gücüm kalmadı. Hayatını mahvettiğimin farkındayım, ben olmazsam daha iyi olabileceksin. Olacaksın da, biliyorum. Görüyorsun ya, bunu bile doğru düzgün beceremiyorum. Okuyamıyorum. Söylemek istediğim şey şu ki; yaşadığım tüm mutlulukları sana borçluyum. Bana karşı daima sabırlı ve inanılmaz ölçüde iyiydin. Demek istediğim, bunu herkes biliyor. Eğer biri beni kurtarabilseydi, o kişi sen olurdun. Senin iyiliğinin katiyeti dışında bendeki her şeyi yitirdim. Hayatını daha fazla mahvedemem. Bizim kadar mutlu olabilecek iki insan daha düşünemiyorum." (Leonard Woolf'a, 28 Mart 1941)
1941’de kocası Leonard’a bu mektubu bırakarak, evlerinin yakınlarındaki Ouse nehrine atladı Virginia Woolf cebinde taşlarla. Geride (biri kocasına biri kardeşine) iki adet intihar mektubu, ve pek çok edebi eser bıraktı.
Yaklaşık altmış yıl önce Londra’da dünyaya gelmişti. Annesinin de babasının da daha öncesinde başka evlilikleri, başka çocukları olmuştu. Babası, Victoria devrinin tanınmış yazarlarındandı. Annesini çocuk yaşta yitirdi. Dönemin şartları gereği, bir “kız çocuk” olarak okula gönderilmedi. Ancak babasının yardımıyla o da kızkardeşi Vanessa Bell de kendini geliştirdi. Henüz çok küçüklerken, Virginia yazar olmaya karar verirken, kızkardeşi de ressam olmaya karar verdi. Çok daha sonrasında, Virginia’nın kitapları yayınlanmaya başladığında, kitapların kapaklarını da hep kardeşi Vanessa Bell resimledi.
Çocukluğunda vaktini babasının kütüphanesinde geçiren Virginia’nın kısa hikayelerinin bir kısmı ilk kez bir gazetede yayınlandığında o, henüz 13 yaşındaydı. Dine ve toplumsal değerlere aşırı önem atfedilmesiyle mantıksallıktan romantizme ve mistisizme geçişi simgeleyen Victoria dönemi yaşam tarzına karşı olan Virginia, yazılarında bunlardan da bahsetti.
Victoria dönemi; bir taraftan yoksul ailelerde 4-5 yaşındaki çocukların bile aile bütçesine katkıda bulunmak üzere madende çalışmaya gönderildiği bir dönemken; bir taraftan kültürel normlar, yaşam tarzı ve ahlak üzerinde ciddi bir değişikliğe neden olan orta sınıfın tomurcuklanmasının önünü açmış, ve “mahremiyet” kavramını, orta sınıf yaşamın ayırt edici özelliği haline getirmişti. Böylece toplumun bir kesimi için “yokluk” içinde yaşamak normalken, aileler evlerde 30-40 kişi kalırken; toplumun diğer kesimi için normalleşen ise, dışarıya kapanıp, kalın perdelerin ardına saklanan İngiliz evlerinde kent soyluluğuydu.
Her iki kesimde de bu dönemde özellikle kadınlar üzerindeki baskı dayanılmaz ölçüde artmıştı. Yoksul ailelerde kadınlar seks işçiliği yapıyor, hergün pek çok seks işçisi kadın, arka sokaklarda ölü bulunuyordu. Öte yandan; kent soylularının varlığı; dışarıdan sakınılan, yalnızca akşam buluşması ya da çay partisi gibi özel durumlarda davetlilere açılan bir iç mekan dünyasına sıkıştırılmıştı, ve kent soylusu kadınlar da “mahremiyet” kavramının baskısı altında kalın perdeleri ardındaki evlerine hapsedilmiş, gerçek hayattan soyutlanmışlardı.
Bu yönleriyle Viktoria dönemi yaşam tarzına eleştiriyle başlayan Virginia’nın yazarlık ve eleştirmenlik hayatı; 1904’te babasını yitirmesinin ardından Bloomsbury’ye taşınmasıyla birlikte bambaşka bir seviyeye taşındı. İçinde pek çok ünlü edebiyatçı barındıran, özellikle cinsel konulardaki özgürlükçü tavırlarıyla tanınan bir grup entellektüelden oluşan Bloomsbury grubu ile tanışması, onun  (ve dolayısıyla hepimiz için) bir dönüm noktası olmuştur. Virginia’nın bugün bilinen, fazlaca saygı duyulan bir feminist yazara dönüşmesindeki belki de en büyük etken; çoğunluğun eşcinsel ya da biseksüel olduğu Bloomsbury grubuyla tanışmasıyla birlikte toplum ve ahlak üzerine derinlemesine sorgulamalara girişmesidir.
1912’de Leonard Woolf ile evlenen Virginia için eşi; sevdiği, saygı duyduğu, önemsediği ve çok değer verdiği biriydi. Virginia’ya pek çok kez, pek çok alanda destek olan eşi Leonard; bir basımevi kurarak, Virginia’nın kitaplanının yayınlanması için de bir firsat yarattı. Böylece, Virginia’nın 1905’te yazmaya başladığı büyük bir özenin ürünü olan ilk kitabı The Voyage Out (Dışa Yolculuk) 1915'te yayınlanma imkanı buldu. Bu ilk kitabında Virginia; annesinin ölümü yenişini aktarıyor.
Sonrasında yayınlanan ikinci romanı Gece ve Gündüz; klasik gerçekçi üslûpla kaleme alınmış olup, olay örgüsü, gerçek mekân tasvirleri ve titizlikle betimlenmiş karakterleri, dönemin atmosferini yansıtan özellikleriyle dikkat çeker. Bu kitapta Virginia; kadın hakları, sınıfsal farklılık, aşk, evlilik ve özgürlük gibi meseleleri, karakterlerinin yaşamları, mücadeleleri, umutları, acıları ekseninde tartışıyor.
1931’de yayınlanan kitabı Dalgalar ise, daha önce denenmemiş yepyeni bir tarzda kaleme alındı. Bu kitap; düzyazıyla kaleme alınsa da, hem şiirdir, hem romandır, hem de tiyatro oyunudur. Dalgalar’da dış dünya yok edilmiştir: Karakterlerin çocukluklarından yaşlılık dönemlerine kadar tüm hayatlarının anlatıldığı kitapta dış dünya nesnel olarak değil, ancak kişilerin iç dünyalarına yansıdığı kadarıyla verilir. “Bir olay örgüsüne uyarak değil, bir ritme uyarak” yazılan kitap, “şiir olmayan herhangi bir şey edebiyata neden girsin ki” diyen Woolf tarafından iki yıl içinde üç kez yazılır ve dalgaların sesine uydurularak, şiir gibi yüksek sesle okunarak düzeltilir…
Tüm dünyası evinde düzenleyeceği bir partiye hazırlanmak olan Mrs. Dalloway adlı bir kadının tüm bir gününü anlatan aynı isimli kitabı ise; Virginia’nın “bilinç-akışı” (stream-of-conscious) tekniğinin en başarılı örneklerinden. Bu teknikte; her bir sahne, hikayedeki belli bir karakterin anlık düşüncelerinin yakın takipçisi olarak ortaya çıkar. Yani yazar; olayları geçmişe dönüşlerle anlatmaktansa, zihinden aynı anda geçen bir sürü düşünce ve duyguyu bir iç monologla tasvir eder. Virginia’nın da pek çok eseri bu tekniğin başarılı örneklerindendir.
Kendisi de eşcinsel olan Virginia’nın eserlerinde eşcinsel yakınlıklara da bol bol rastlanır. I. Elizabeth döneminde hayat bulan Orlando isimli eserinde, hayata erkek olarak başlayan Orlando; saray çevreleriyle yakın ilişkiler içerisindeyken, bir değişim geçirir ve kadın olur. 19. yüzyılın kadınlara biçtiği rolü beğenmeyen Orlando, hızla hırçın, aykırı bir kişiye dönüşür, ve dört yüz yıla yakın yaşamını 1928’de tamamlarken boyun eğmez, çağdaş, dimdik duran bir kadındır. Virginia’nın tümüyle özgün bir düşünce ürünü olan bu romanı, o dönemki sevgilisi Vira Sackville-West’a adanmış.
1929’da “kadın ve edebiyat” konusu özelinde kaleme aldığı Kendine Ait Bir Oda adlı eseri ise, kadın hareketinin elden düşürmediği önemli kitaplardan biri olup belki de en kolay okunan kitabı. “Madem ki kadınlar ve erkekler eş zeka ve yetenekte; o halde neden kadınlardan bir Shakespeare çıkmıyor?” gibi haddini bilmez “ezici” soruların ardından tarihsel ilişkilerin kökenine inen Virginia; bu kitabında bu soruyu cevaplayarak, kadınlara sesleniyor: “Para kazanın, kendinize ait ayrı bir oda ve boş zaman yaratın. Ve yazın, erkekler ne der diye düşünmeden yazın!..”
Daha sonrasında kaleme aldığı Flush adlı eserinde ise; Elizabeth Barret Browning ile Robert Browning arasındaki aşk öyküsünü Elizabeth’in köpeğinin bakış açısından anlatır.
Çoğu eserini bilinç-akışı tekniğini kullanarak yazan, sorgulanmamışı sorgulayan, sunulanı reddeden, hep özgün hikayelerin, zor tekniklerin peşinden koşan Virginia Woolf; elli yaşına yaklaştığında yazdıklarına yeterince odaklanamadığını, iyi yazamayadığını, yeteneğini yitirdiğini düşünerek içinden çıkamadığı bir bunalıma giriyor ne yazık ki. Yaşamın kıyısında geçirilen birkaç ayın ardından da bir gün kendini nehre bırakarak intihar ediyor.
Roman türünün gelişmesine katkısı büyük olan bu yazar, sadece edebiyat dünyası için değil, kadın mücadelesi veren bizler için de önemi oldukça büyük. İyi ki gelmiş, var olmuş, düşünmüş, sorgulamış, yazmış. Romanlarına gösterdiği büyük özen ve biz kadınlara verdiği cesaret için Virginia’ya binlerce teşekkür eder, onu tanımayan her kadının bu girişle birlikte Virginia’nın anlattıklarına kulak vermelerini dilerim.
Kaynaklar:                                                                                                        

not: Bu yazı; ozgurgenclik.org sitesinde 19 Ocak 2014 tarihinde yayınlanmıştır.